Okur Bülteni: Kulaktan kulağa değil herkesin birbirine hevesle bahsettiği bir Hoca Beliz Güçbilmez
Okur Bülteni: Kulaktan kulağa değil herkesin birbirine hevesle bahsettiği bir Hoca Beliz Güçbilmez…
Beliz Güçbilmez’i anlatmak ne zor iş! Bir ara herkes ondan fısıltıyla bahsediyordu. KHK ile atılmış, öğrencilerinden olmuş, aklının içindekilerle ne yapacağını bilemezken, okumak ve yazmak üzerine eğitimler vermeye başlamıştı. İşte o fısıltılar bizim de kulağımıza geldi. Adalet öğrencisi oldu, Burcu hâlâ zamanını bekliyor. Yalnız artık onlar fısıltı değil, kocaman kocaman sesler! Kulaktan kulağa değil herkesin birbirine hevesle bahsettiği bir Hoca Beliz Güçbilmez. Tedrisatıyla önce okumayı öğretiyor, sonra yazmak için tohumları pıt pıt avucunuza dikiyor. Yeşillenince mutlu oluyorsunuz. Derslerinde mevzu sadece edebiyat değil, o hayata dair başka bir bakış açısı sunuyor. Ve ne mutlu bize ki ilk konuğumuz olmayı kabul etti. Yaşasın!
Atölye programı için tık tık.
Dünya yazınsal yaratıcılığın hangi evresinde?
Dünya mı? Az daha kolay sorsaydınız da ayağımız alışsaydı.
Şaka bir yana, böyle harikulade genişlikte evreler çıkaran zehir gibi kafalar ve kalemler var gerçekten. Biri rahmetli Hegel’di mesela. (Allah aşkına beni çıkarttığınız ringe bir bakın!) Romanın serüveni hakkında düşüneyim ama yine de üç satırda. İnsanı zevkten kudurtacak bir noktadan başlıyor malum roman sanatı. Gargantua’dır, Don Quixote’dir. -Kundera ne şahane yazdı bunları- Ben bunların üzerine gelecek, romanın sosyoloji demek olduğu zamanları da çok seviyorum. Bir zaman çok tartışılmış “tip-karakter meselesinde- sonradan yapıldığı gibi tipin küçümsenmesini de sevmiyorum -Şarlo’ya bir öpücük kondurup (kural gereği öperken bir bacağımı dizimden geriye büküyorumdur) geçiyorum- Orada muazzam bir sosyolojik ortalama alma kudretine, bir kişisellik, neden herhangi birine değil de bu karaktere bakıyoruz’un kuvvetli gerekçelendirmesini kuran XIX. yüzyıl Avrupa Gerçekçiliği’nin her şeyi gören büyük gözünü sevmek demek bu. Benim için Kafka da buraya ait. Sonra psikoloji furyası gelecek. Tek insanın kişisel meseleleri ile ilgilenecek roman. Sosyoloji gözden düşüyor demek bu büyük ölçüde. Büyük çıkarımların modası da geçiyor, bunu yapabilecek cüreti de kaybediyor yazan insan. Bitiyor gibi görünürken -lafın gelişi bitmek- Latin Amerika’da yeni bir çıkış buluyor roman. Herkes kendi gerçeğini arıyor, onu yazıyor, onu temsil ediyor tabii. Bilmiyorum ki orada bu olurken, Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Afrika’da ne oluyor? O yüzden dünya dediğimiz yer, ya da temsilen dünya edebiyatı biraz da ideolojik kuvvetler dengesi ile belirleniyor.
Dünya edebiyatı diye bir şey hakkında konuşmak çok büyüleyici. Goethe sağ olsun. Benim için dünya devrimini hayal etmek gibi. Biraz yapmaya çalışayım o halde. İki radikal kutup varmış gibi geliyor bana edebiyatta. Birine performatif bir uç diyeceğim, diğerine de temsilî. Her iki kutup da pratikte imkânsız, teorik olarak düşünülebilirdir. Bunları hafifçe Girard’ın “romansal ve romantik” ikiliği gibi düşünebiliriz. Yazının sadece kendisiyle, kuruluşuyla ilgilenen bir kutup, diğeri de yazı olduğunu hiç bilmeyen bütünüyle temsilî kutup. Bu iki birbirine çok uzak kutup arasına çekilmiş bir hattın üstünde sonsuz sayıda melezlenme imkânı bulmuş roman. Bir kutba çok yaklaştığında, sıkıcı ya da hayattan ayırt edilemez, dolayısıyla hayatla karşılaştırıldığı için hep bozguna uğrayacağından diğer kutba yaklaşılıyor. Performatif kutba çok yaklaştığında da fazla içe kapalı ve “anlaşılmaz” olmaya başladığında temsili kutba yaklaşıyor. Şu anda bu skalanın neresinde olduğumuzu ama, söyleyecek durumda değilim. Şunu bile formüle etmek için ter döktüm. Bir baktığımda hiper gerçekçi görünüyor. Ama gerçek o kadar katlanılmaz ki, sahiden oradaysa, fazla kalamaz bence.
Neden kendi hikayemizi yazmamalıyız?
Kendi hikâyemizle, sırf bizim olduğu için yanlış ilişki kurarız da ondan. Birkaç kez rakı masasında anlattık ve insanlar sevdi diye bu o hikâyenin yazılabilir olduğunu göstermez. Çünkü edebiyatı tanıdığımız insanlar için değil, tanımadığımız insanlar için yaparız. Yani o masa, doğru bir sınama değildir. Kurmaca anekdot değildir.
Mitolojik öykülerin ve trajedilerin ömrü neden dolmuyor, neden hâlâ bütün hikâyelerimiz oradan geliyor, oradan geçmeyen yeni öyküler bulmamız neden çok zor?
Ne yapacağız ki yeni öykü bulup? Var olanların hakkını verelim bence. Atölyelerde döne döne konuştuğumuz meselelerden biri de bu. Claude Lévi-Strauss da benzer bir şey söylüyor, diyor ki “farkına varmadan mitosların içinde düşünürüz.” Buradaki düşünme meselesine ama dikkat çekmek isterim. Her seferinde kurmaca kendine kadar kurulanın içinden geçerek gelir. Yazan kişinin zihni okuduklarından ve izlediklerinden kalanların hercümercinden, -enkazı demek istedim biraz da- bir şeyler çekip çıkarır, bilerek ve bilmeden. Ama yazarken hep aynı yerde eşelensek de düşünce yenidir. Bu kez, bu roman başka düşünceler taşıyan bir zihin oluşturmuştur. Düşünmeyen edebiyatı ahlaksız buluyorum galiba. İnsanla, hayatın anlamıyla ilgili yeni bir şey düşünememiş bir kurmaca, yazmaya da okumaya da değmez. Filmse çekmesek de olur, izlemesek de.
Neden yazmamalıyız? (Neyi de olabilir)
Neyi yazmamalıyız? Zaten bildiğimizi sandığımız, hakkında kesin fikirlerimiz olan şeyleri yazmasak iyi olur. Bilmediklerimizi yazmaktan yanayım ben. Merak ettiklerimizi. Kafamıza takılan sorunun peşine takılıp yazdığımızda, yazarken aradığımızda buluyoruz ne bulunacaksa. Şu daracık hayatlarımızda Hemingway’cilik taslayacak halimiz yok pek. O savaş benim bu klinik senin, aşklar, düşmanlıklar şu bu. Yaşayım, öğreneyim de sonra yazarım dersek sonsuza dek başımıza gelecek ilginç şeyleri beklerken ölürüz. Oysa daha iyi ölme yolları var. Merak eden olursa bir sonraki yanıtı okuyabilir.
Okuduklarımız, izlediklerimiz, seyrettiklerimiz, dinlediklerimiz nereye gidiyorlar, bilinç onları ne yapıyor?
Kanımıza karışıyor, böbreğimizde taş oluyor, kalbimizde taşikardi. Yalancı anılarımız oluyor, kendimizin sanacak kadar benimsediğimiz sahnelere dönüşüyor. Canımız Ricardo Piglia “Son Okur”da bunu anlatıyor: “Ernesto Guevera’nın hayatında Cortázar’ın da dikkat çektiği bir sahne vardır: Granma adlı tekneden inen küçük grup baskına uğrar ve yaralı Guevera ölmek üzere olduğunu düşünürken okuduğu bir hikâyeyi hatırlar. Guevera Devrimci Savaştan Kesitler’de şöyle yazar: “Her şeyin kaybedilmiş göründüğü o anda nasıl en iyi şekilde ölüneceğini düşünmeye başladım. Jack London’ın eski bir hikâyesini hatırladım: Alaska’nın donmuş bölgelerindeki kahramanı ölüme mahkûm olduğunu anlamış; bir ağaç gövdesine yaslanmış; vakur bir biçimde ölmeye hazırlanıyor. O sırada hatırladığım tek imge buydu.” Şöyle tamamlıyor Piglia: “Guevera, London’ın kahramanında nasıl ölünmesi gerektiğine ilişkin bir model bulmuştur. Burada, okuduğu romanlarda yaşamak istediği hayata ilişkin bir model arayan Don Quijote’nin pek uzağında değiliz.” Şöyle yazar ana-babasına veda mektubunda Che: “Bir kez daha baldırlarımın altında Rocinante’nin kaburgalarını hissediyorum; elimde kalkanımla tekrar yola çıkıyorum.” Ve o vurucu cümlesi Piglia’nın: “Hayat, bir romandan çıkarılan anlamla tamamlanır.”
En son ne izlediniz, ne dinlediniz, ne okudunuz? (Bi tane de klişe sorumuz olsun dedik)
Zaman Sığınağı. Gospodinov. Hasine Şen Karadeniz çevirmiş. Bir bakıma serüvencilere geri dönüyoruz hem de büyük korkumuz, kaçınılmaz sonumuzla bellek meselesine gelip takıldığımız, ne yapıp ettiysek, şu dünya denen yerde ne biriktirdiysek hepsine birden “kaybetme korkusu”nun içinden baktığımız çok lezzetli bir roman.
Ona eşlikçi kitabım da Tanıl Bora’nın çevirisiyle Norman Ohler’in Harro ile Libertas: Bir Aşk ve Direniş Hikâyesi. Alman faşizmini okumaya düştüm seneler sonra yeniden. Hikâyenin sonundaki bozgunu bilerek okumak güç veriyor bana, iyi geliyor. Hatırlamak da öyle.
Atölye programına yeni kattığım nev-i icat “Yeniden Yazıyoruz” atölyesi için ‘yeniden’ bayılarak izlediğim Michael Almereyda’nın Hamlet’i. O Elizabeth İngilizcesi ile edilmiş laflar iki binli yılların New York’unda Denmark isimli bir şirketin CEO koltuğu için kanlı bir savaş meydanında yankılanıyor. Oyun içinde oyun, film içinde filmle taçlanıyor, yeniden yazmanın gerektirdiği bütün ihanet tohumlarını ekip büyütüyor. Oscar Wilde’dan öğrendik bunu; “her ilişki, biraz ihanet gerektirir.”
Silvia Pérez Cruz’un Granada albümünü dinledim. Bir albümü baştan sonra dinlemek, single çağında arkaik görünüyor olabilir ama ben de öyleyim. Esasen İspanyolca çalıştığım için düştü önüme sanırım. Birkaç dilde söylüyor aslında. Ama karşılaştığım için mutluyum. Algoritma bazen sevilesi bir şey.
Not: Web sitesindeki yorumlar, mutlaka sosyal ağ internet portalının görüşlerini değil, yazarlarının görüşlerini yansıtmaktadır. Hakaret, küfür ve kaba ifadelerden kaçınılması talep edilir. Yorumlar filtreleme sisteminden geçip onaylanır ayrıca bildirim açıklamaları olmadan yorumları silme hakkımızı saklı tutarız.
0 Yorum