Beliz Güçbilmez

Boğulmuş Dev ve Esteban ve Narin

Boğulmuş Dev ve Esteban ve Narin

Boğulmuş Dev ve Esteban ve Narin : Narin kayıptı, elimiz kalbimizde bekledik, ama bulunan cansız bedeniydi. ⇒⇒⇒⇒

Korkunç bir biçimde ailesi tarafından katledilmişti, üstelik onca kumpas ve ihmalle bedene o kadar geç ulaşılmıştı ki, şimdi Narin herkesin gözünün önünde yeniden kayboluyor, günbegün gözden yitiyor, yitiriliyordu. Küçücük bir kızın yaşam hakkının en yakınları tarafından çalınmasının dayanılmaz ağırlığı belimizi büküyor, adalet duygusunun ne zamandır altında kaldığımız enkazı bile yağmalanıyor, sadece son açılan yaradan değil gelmiş geçmiş bütün yaralarımızdan kanıyorduk. Delillerle birlikte ruhumuz çürüyor, yine de kafamızda çuval, celladımızla göz göze gelmemeye çalışıyorduk. Sanki Narin tekrar tekrar kaybedildikçe zerreleri memleketteki en iyisinden en kötüsüne her şeyin içine karışıp havaya saçılıyor, onu unuttuğumuzu zannettiğimiz zamanlarda bile derimizden içeri nüfuz ediyordu. Bütün ufku karartarak bize doğru hızla yaklaşmakta olan devasa kütleyi bir türlü tanımlayamıyor, ona bakmaya korkuyor, başımızı yerden kaldırmıyorduk.

  

Yeni bir haber var mı diye Twitter’dan medet umdum, bir şey bulamayınca daha önce izlediğim Love, Death & Robots’un 2. sezon 8. bölümünü “The Drowned Giant”’ı (Boğulan Dev) yeniden açtım. Malum bu bölümün öyküsü J.G. Ballard’ın. 1964’te yayınlanmış.

Meğer bölümü neden tekrar izlemek istediğimi bilmeden biliyormuşum. İlk izlemedeki tekinsizlik duygusu yerini bu kez baş edilmez bir ağlama hissine bıraktı. Denizde boğulup kıyıya sürüklenmiş Dev’e uzaktan bakmak üzere toplanmış sessiz bir bekleyiş içindeki halk, bedenin üstüne çıkmayı akıl eden ilk insandan sonra histerik bir coşkuyla gövdeyi lunaparka çeviriyor, bedenin doğal çürüyüşüne bir de orasına burasına yazılmış yazılar, çizilmiş haçlar, derken bedeni sahilden kaldırmak için parça parça kesilmeye başlanması eşlik ediyordu. Sahile vurmuş devasa insan bedeninin haysiyeti didikleniyor, insana benzerliğini kaybettikçe halk daha da rahatlıyordu.

 

 

 

Sonra bedeninin parçaları; kemikleri, derisi, ondan arta kalan, yağmalanmış ne varsa şehrin dükkân vitrinlerine süs, bahçelerine dekor diye konuluyordu. Şehir insanları Dev’i yemiş, öğütmüştü. Sahilde devden geriye neredeyse hiçbir şey kalmadığında, hikâyenin anlatıcısı, şehirde dolaşırken nereye baksa devin bir parçasını tespit edecekti. Bu saçılma fotoğrafı, anlatıcının Dev’in bir gün çıkıp geleceğini ve son kez denizine dönmeden şehrin her yerine dağılmış parçalarını bir bir topladığını hayal etmesine yol açacaktı.

Fakat hikâye başka türlü de yazılabilirdi; yazıldı da, bu olağandı çünkü Salman Rushdie’nin dediği gibi bütün hikâyelere olabilecekleri hikâyelerin hayaletleri musallat olurdu. Birden hatırladım, Ballard öyküsünün hayaletine nerede rastladığımı. Gabriel García Márquez, hayaleti takip etmiş, yılgın bir ceset gibi yüzen öyküye yeniden can üflemişti. Masalsılığına rağmen, yazdığı bir çocuk öyküsü değildi ama cesedi önce onlar görecekti.

Çok geçmeden hakikatin kıyısına vuracak öykünün açıklarında bir kütle göründüğünde çocuklar onu önce bir savaş gemisi zannedecek, sonra direksiz ve bayraksız olduğunu fark edince gelmekte olanı bir balina sanacaklardı ama

 kıyıya vurunca, üzerinde taşıdığı yosun kümeleriyle denizanası dokunaçlarını, balık artıklarını ve batık gemi kalıntılarını kaldırdılar da ancak o zaman anlayabildiler bunun boğulmuş bir adam olduğunu.

Bir kuma gömüp bir kumdan çıkararak bütün öğleden sonra oynayacaktı çocuklar cesetle; öykü boyunca Márquez’in köy halkına yaptıracağı gibi, çoktan ölmüş olanı yeniden doğurur gibi. Biri tesadüfen çocukları ve oyunlarını fark edecek ve köyü ayağa kaldıracaktı.

Köydeki bir avuç insan; ama en çok kadınlar, ona kıyafet, ayakkabı, yatak bulmaya çalışacaklardı önce, sanki yaşıyormuş gibi; sonra bir isim sunacaklardı ona,

Bu hayal aleminde dolanıp dururlarken, kadınların içinde en yaşlısı ve en yaşlı olduğu için de boğulmuş adamı tutkudan çok acıma duygusuyla seyretmiş olanı, içini çekerek şöyle dedi: “Yüzüne bakınca, adı Esteban'mış gibi geliyor." Doğruydu da. Adının ondan başka bir şey olamayacağını anlamak için kadınların çoğunun ona bir kez daha bakmaları yeterli olmuştu.

Acıma duygusu o koca cüssesiyle neler yaşamış olabileceğini hayal etmeleri yüzündendi:

Yaşarken nelere mahkum olduğunu görür gibiydiler: Kapılardan yan yan geçtiğini, kirişlere çarptığını, ziyaretlerde ev sahibesi en dayanıklı iskemleyi bulup korkudan ölecek bir halde, buyrun Esteban, lütfen buraya oturun, diye yalvarırken onun, denizineği gibi pespembe yumuşacık ellerini nereye koyacağını bilemez durumda ayakta kaldığını, duvarlara dayanıp gülümseyerek, kaygılanmayın hanımefendi, ben böyle iyiyim, demesini, sırf iskemleyi parçalayıp utanca düşmemek uğruna her ziyarette, üzülmeyin hanımefendi, ben böyle iyiyim, diye aynı şeyleri tekrarlamaktan ayaklarına karasular inip sırtına ağrılar saplandığını, üstelik ona, gitme kal Esteban, hiç değilse çay demlenene kadar bekle, diyenlerin, sonradan, aman ne iyi, koca ahmak gitti, yakışıklı budala gitti, diyenler olduğunu bile asla öğrenemediğini.

Sonra hızla bu hiçbir şeyi olmayan boğulmuş adamın sevenleri olacaktı, hürmet edenleri, anısını saygıyla taşıyanları ve nihayet canlanarak ayaklanmış bir köyü olacaktı. Hiç bilinmeyen hayatına ait anılar değişecekti. Köyün kadınları boğularak ölenlerin en yakışıklısı için bir yandan üst baş dikerken bir yandan da bu kötü hayatın yerine çok güzel yaşanmış bir hayat hayalini de elbirliğiyle dokuyacaktı. Sanki orada yaşayıp ölmüş gibi bir kimlik, bir aidiyet armağan edilecekti ona. Hayal gücü Esteban için kupkuru yattığı mezarından çıkarılacak, yeni doğmuş bir çocuk sarılıp sarmalanacak, büyümesi izlenecekti.

Bu harikulade adam bu köyde yaşamış olsaydı, evinin kapılan daha geniş, damı daha yüksek, zemini daha sağlam olurdu, yatağı demir perçinli sağlam kerestelerden yapılmış, karısı da köyün en mutlu kadını olurdu, diye düşünüyorlardı. Öylesine otorite sahibi olurdu ki, sadece adlarıyla çağırmakla balıkları denizden çıkarabilir, işine öylesine dört elle sarılırdı ki en kuru taşların arasından pınarlar fışkırmasını sağlayabilir, kayalıkların içine çiçekler dikebilirdi, diye düşünüyorlardı.

Yaşayanların hayali bir ölüde can bulacaktır şimdi, bir hayalin kendisi değil de ölüsü bile bir köyü çöktüğü yerden kucaklayıp ayağa kaldırmaya yetecektir. Komşu köylerde yaşayan bir akrabası bulunmadığı anlaşıldığında “oh” diyeceklerdir “bizim oldu.” Bir cesedi onurlandıran ve sahiplenen halk, o cesetle kendi haysiyetini kazanacak, ona verdikleri isimle anonimleşecek, kolektifleşecektir. Çünkü Ballard’ın öyküsündeki ölü bedenin şehir insanları tarafından öğütülmesinin Márquez’deki karşılığı artık fenomenal bedenin parçalarının dağılması değil, bir olabilirliğin, başka bir hayat ihtimalinin ufukta belirmesi ve halkı ve köyü topyekûn dönüştürme imkânıdır.

 

Márquez, Ballard’dan dört yıl sonra, 1968’de “karaya vurmuş dev” hikâyesinin başka bir dünyada başka türlü de kurulabileceğini gösterecekti. “İyi Kalpli Eréndira” içinde yayınlanan “Dünyanın Boğulmuş En Güzel Adamı” adıyla Türkçeye çevrilmiş Márquez öyküsünün kaynağının Ballard’ın öyküsü olduğuna dair hiçbir tarihsel kayıt yok. Ama ben bu öykünün yine de bir yeniden-yazım olarak kurulduğunu, “ben yazsaydım” denilerek, başka bir dünya hayal edilerek yazıldığını düşünmeyi seviyorum.

Bakışın, bağlamın, arka planın, kavrayışın; tonu da imkânları da giderek hayatı da nasıl değiştirdiğini bana bir kez daha öğreten bu karşılaştırmalı okuma gecesinin notlarını buraya düşmek istedim.

Dev cüssenin dört sene sonra Márquez yazımında yeniden kıyıya vuracağı sahil Ballard’ın şehri değildir, bu kez bir köyün kıyısındadır ve nüfusuyla, ot bitmezliğiyle bugün gözümüzü dikip baktığımız köyü hatırlatmaktadır. : 

Köy, ıssız bir burnun ucuna serpiştirilmiş, çiçeksiz taş avluları olan yirmi kadar ahşap evden oluşuyordu. Toprak o kadar azdı ki analar rüzgârın çocuklarını alıp götüreceği korkusuyla yaşarlardı hep, yılların neden olduğu birkaç ölüyü de yalıyardan aşağı atmak zorundaydılar.

Bu yoksul, topraksız, çiçeksiz köy, bir insan bedenine haysiyetini kazandırdıktan sonra nasıl bir yere dönüşecek bir bakalım. Márquez’in upuzun, hiç gelmeyecek bir geleceği şimdide kuran o enfes final cümlesini birlikte okuyalım:

Ama o andan sonra artık her şeyin farklı olacağını, Esteban'ın anısının her tarafta dolaşıp kirişlere takılmaması ve gelecekte hiç kimsenin artık koca ahmak öldü, ne yazık, artık yakışıklı budala yok, diye fısıldaşmaya cesaret edememesi için, evlerinin kapısının daha geniş, tavanlarının daha yüksek, zeminlerinin daha sağlam olacağını hepsi biliyordu, çünkü onlar Esteban'ın anısını sonsuza dek sürdürmek için evlerin cephelerini canlı renklerle boyayacaklar, taşların arasını kazıp pınarlar bulacaklar, yalıyara çiçekler dikecekler, böylelikle gelecek yıllarda şafak vakti geçecek büyük vapurların yolcuları açık denizde bahçelerden buram buram gelen bir çiçek kokusuyla uyanacaklar, geminin kaptanı, üzerinde resmi üniforması, elinde usturlabı, kutup yıldızı ve bir dizi savaş madalyasıyla kaptan köşkünden inip Karayip'in ufkunda görülen yığınla gülü göstererek on dört dilde bakın oraya, diyecek, rüzgârın yatakların altında uyuyacak kadar uysal olduğu o yere, güneşin ayçiçeklerinin ne yöne döneceklerini bilemeyecekleri kadar parlak olduğu oraya bakın; evet, orası Esteban'ın köyüdür.

Hayatta tutulamamış, ailesinin elinden kurtarılamamış Narin’in bedeni, boğulmuş dev, boğdukları çocuk, birini ismiyle çağırmak, karanlıklara o ismi haykırmayı hiç bırakmamak, utanç, acı ve yalnızlıktan yapılmış hayatlarımızı zaptetmiş kulakları yırtan o sessizlik iç içe geçerken, Márquez’in kimsesiz bir cesedi sahiplenmiş köyünü uzaktan gören hayalî geminin bütün yolcularının hayattan koparılmış, katledilmiş, izi bile bulunamamış, failleri affedilmiş, unutuşa terkedilmiş insanlar olabileceğini düşündüm en son. Ballard’ın karabasanı değil de Márquez’in hayali ufkumuzda dursun.Yaşamak bir suçortaklığı olmaktan çıksın, dünyayı suçtan, kötülükten arındırana dek yaşatamadıklarımızın ardından bize düşeni gerçekleştirebildiğimiz bir hayatın hayalini ufkumuzdan ayırmayalım diye.

 

 

NOTLAR:

1.      Gabriel García Márquez, İyi Kalpli Eréndira, çev. İnci Kut, Can Yayınları.

2.      Elinin altında kitap olmayanlar öyküyü şuradan okuyabilir.

https://cemreacikgoz.blogspot.com/2016/06/bogularak-olenlerin-en-yakskls-gabriel.html

 

(Linkteki çeviride kıyıya vurmuş adamın adı Stefan diye geçiyor, orijinalindeyse “Esteban”- bu arada Netflix yapımında Ballard öyküsü uyarlanırken isimsiz “ben anlatıcısı”nın adı “Stephen”a dönüştürülür. Bence Tim Miller da Márquez’in Esteban’ını çağıran Stephen adını koyarken iki öykü arasında bağ kuruyor.)



 

Not: Web sitesindeki yorumlar, mutlaka sosyal ağ internet portalının görüşlerini değil, yazarlarının görüşlerini yansıtmaktadır. Hakaret, küfür ve kaba ifadelerden kaçınılması talep edilir. Yorumlar filtreleme sisteminden geçip onaylanır ayrıca bildirim açıklamaları olmadan yorumları silme hakkımızı saklı tutarız.

Yorum *
Ad Soyad *
Ad soyad gizliliği *

0 Yorum